Genel

İçimdeki Kaybın Sanrısı

İnsan olarak hayatta çok şey kaçırıyoruz, her hayatın içinden biraz kaçırıyoruz. Belki de insan olarak ölecek olmamızın dışında tek ortak yanımız, hepimizin yaşamın içinden bir şeyler kaçırması olabilir, az veya çok fark etmeksizin.

Bu kaçırdığımız şeylerin adları çeşitlendirilse bile, en zararlısı bazı duyguları yaşamayı kaçırmak. Anlamayı, kendimizle olan ilişkimizin köprüsünde o duygunun bizde nerede durduğunu sorgulamayı kaçırıyoruz ve sonra bir girdaba giriyoruz. Sonra o girdapta en çok hırsımız tarafından tükeniyoruz, evet biz; bizi çok yoruyoruz.

Bazen güçlü durmak yerine o anın üzüntüsünü yaşayacak kadar cesur olsak sonrasında bunca yaşanacak ızdıraptan da kendimizi korumuş olabiliriz. Fakat üzüntüyü yaşamakta, acının içinden geçmekte cesurların işidir. O anın o üzüntüsünü yaşamaktansa, üzüntünün dışavurumunu farklı şekillerde yaşamamız bizi yaşayacağımız üzüntüden kaçırmıyor sadece geciktiriyor ve yanına çeşit çeşit pişmanlıklar ekliyor. Olmaması gereken durumlarda, hiç olmaması gereken insanlarla bizleri muhatap yapıyor. Bunu biz yapmıyoruz, bunu o “kaçış” bize yaptırıyor. Gerçek olan acıyla aramıza bir paravan koyuyoruz sadece. Ve ona göre rol alabiliyoruz, sanki başka birinin kaleminden yazılmışçasına. Asla yapmayacağımızı düşündüğümüz şeyleri yapabiliyoruz, vurmam dediklerimizi vurabiliyor; kendimizi bile parçalayabiliyoruz nihayetinde o acıdan kaçabilmek için.

Peki bu acı nedir bu hikâyede?

KAYIPTIR.

Sevdiğimiz birini kaybetmek, olduramadığımız yerden kırılmak ve inandığın yerden yerle yeksan olmak ve o inancı bir daha toparlayamamak oldukça acıdır. Bu acıdan kaçmak, sadece çekilecek acıyı; pişmanlıkla katlar.

Peki kayıp bu kadar acıysa neden en başta kaybetmeye müsaade ettik, neden “o insandan” geçer insan?

İşte işin çıkmazı da buradadır. İnsan eninde sonunda bencildir ve dipte, eğer gözü kara ise, herkesten geçer. En çok da kendinden geçer. Sağlıklı düşünemediği o süreç, zihninin içindeki savrulma sadece bir yerden alıp ve diğer yere taşırken kişiyi, kişi kendinde hiçbir şeyi fark edemez. Neyi istedim, neyi neden yaptım, neden buradayım, bunlar gerçek mi yoksa birer sanrı bütünü mü ayırt edemez. Kendi gerçekliğini yitirir.

En sonunda ise kendine olan inancından kırılmıştır ve artık toparlamak daha zordur.

Öyle savrulmuştur ki kendi karakteri ve eylemleri arasında bir bütünlük söz konusu değildir ama hiçbir şeye cevabı da yoktur çünkü cevap en çok kendi içinde yoktur. Hiçbir duygusunu özümseyip, kendi iç dünyasında nelere sebebiyet verdiğini düşünmekten kaçmanın bedelini artık rol yaptığı dünyasında kendi gerçeklik algısından vererek ödemeye başlamıştır.

Karakterimiz için kendi gerçekliğine ulaşmak artık oldukça zordur. Zihninin içindeki kayıp, güvensiz yetiştirildiği aile ortamıyla başlamıştır zaten. Kendini sürekli korumak zorunda olduğu dünyasında kendi gerçekliğinden de olunca, karakter dönüşümü artık istemsizce ve kaçamayacağı bir yerden başlamıştır.

Zihninin içinde sanki yeterince yorulmuyormuş gibi geçemediği acının sanrısıyla, biraz olsun paravanı kaldırdığı an itibariyle etrafındaki tüm samimiyetsizlikleri görecek, belki hiç olmadığı kadar sosyallikten uzaklaşacak çünkü güvensiz hissetmekten bıkacak ve yalnızlaşacak.

Böyle durumlarda insan bir kâğıda içini dökebilmeli, hayatını önceliklendirebilmeli.

Zihnini boşaltması uzun bir süre zaten mümkün değildir ama kaydığı yerden bir hatırlatma göreviyle kendi el yazısıyla önceliklendirdiği şeylere bakabilmeli.

Kaybolmamalı insan böyle.

Geçmemeli böyle.

Büşra ERCAN

1999 yılında İstanbul'da doğdum. Çocukluğumdan beri duygularımı en iyi şekilde kalemle aktardım. Her zaman kendim için yazdım. Üniversite hayatım boyunca düşüncelerim şekillendikçe yazmak benim için daha da ayrı bir önem kazandı. Şimdi yine en çok, kendim için yazıyorum.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu